Şube web sitelerine ulaşmak için tıklayınız...
Yazıcı Sürümü

ÇANAKKALE ZAFERİNİN 101. YILI


ÇANAKKALE ZAFERİNİN 101. YILI
17.03.16, Perşembe
ZAFERİN 101.YILINDA ÇANAKKALE ( 17 MART 2016 ) İnsanların yuvası fert olarak evleri, millet olarak vatanlarıdır. İnsanın vatansız yaşaması mümkün değildir. Mü’min vatanını seven, ona gönülden bağlı olan, gerektiğinde bu sevgi doğrultusunda vatanı için canını ve malını feda etmekten çekinmeyen insandır. Şaire göre vatan ; “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır, Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır.” Bizler vatan uğrunda kanlarıyla destanlar yazan şehit ve gazilerin evlatlarıyız. Mehmet Akif’in ifadesiyle ; “Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda, Şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda “ Mısralarında ifadesini bulan bir milletin fertleriyiz. Bu sebeple bizler, kışta-kıyamette, yağmurda-karda, hudut boylarında ve vatanın her köşesinde nöbet beklemeyi en şerefli bir görev sayarız. Bu konuda, Kainatın efendisi, sevgili peygamberimiz; “Allah rızası için bir gün nöbet beklemek, dünya ve dünyadakilerden hayırlıdır.” Bir başka hadislerinde ise;“İki göz vardır ki, onları cehennem ateşi yakmayacaktır. Biri Allah korkusundan dolayı ağlayan, diğeri de Allah rızası için gece nöbet bekleyen gözdür.” buyurmuşlardır. Bu hususta Al-i İmran Suresi'nin 169. "Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü zannetme! Bilakis onlar hayatta olup, Rablerinin katında yaşarlar, rızıklanırlar. ." buyrulmuştur. Sevgili Peygamberimiz de şehitlik mertebesinin yüceliğine işaret eden bir Hadis-i Şeriflerinde:"Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, Allah yolunda savaşıp öldürülmeyi, sonra diriltilip yine öldürülmeyi, sonra diriltilip yine öldürülmeyi ne kadar çok isterdim." Şehitlik öyle bir mertebedir ki; Ahiret gününde, cennete doğru götürülen şehit, geriye doğru bakar, Cenab-ı Hak, bu şehit kulum niçin arkasına bakmaktadır? diye meleklerine sorar. Şehit kul, melekler aracılığı ile şöyle der; “Benim annem babam ve sevdiğim insanlar cehenneme doğru götürülürken, ben nasıl cennete giderim. Onların hali beni üzüyor, Ya Rabbi ! ” deyince, Allah Teala ; Ey şehid kulum ! Git, onların içinden 70 kişiyi seç. Onları da beraberinde cennete götür. Ben her şehide 70 kişiye şefaat izni verdim.” buyuracaktır. İşte bütün bu değerleri çok iyi bilen ecdadımız, Bilecik’in Söğüt kazasında 1299 tarihinde, yaklaşık 3200 kilometrekarelik bir alanda, devletin temellerini atıyordu. Bu devlet Osmanlı idi. 1453’de imparatorluk oldu. 1571’e kadar 3 kıtanın sahibi. 20 milyon kilometrekareye yaklaşan vatan toprakları üzerinde 18 millet, 16 din, 63 mezhep ve 138 hükümdar ve prensliği idare etmişler. Nihayet bu koca imparatorluk da günün birinde gücünü yitirmeye, düşmanların oyununa gelip, erimeye başladı. Ama ne olursa olsun, hatalarıyla ve başarılarıyla o bizim ecdadımızın kurduğu, insanlık tarihine adını nakşettirdiği şanlı bir devlettir. Tarihte ; Fransa 17 yıl, İngiltere 128 yıl, ABD ve Rusya 40 yıl kadar dünya liderliğini ellerinde tutabilmişlerdir. Oysa, Osmanlı devleti 322 sene dünyanın hakim gücü olmuştur. Cemiyetlerin huzur ve rahat içersinde yaşayabilmesi, can ve mal emniyetinin sağlanması için, her milletin kurulmuş olan askeri ve emniyet gücü vardır. Biz bu kuruluşlarımıza ordu ve polis teşkilatımız diyoruz. Onlar, halkının huzuru için, kendilerini feda eden, canlarını tehlikeye atan cefakar ve fedakar insanlardır. Fakat, milletimizin askerlik anlayışı dünyada ki bütün milletlerden farklıdır. Bu fark manevi alanda kendini hissettirir. Çünkü biz, askerimize Mehmetçik demekle, yüce Peygamberimizi hatırlarız. O ocağa da, Peygamber ocağı deriz. Türkler “asker” millet olarak bilinirler. Askerlik, onun adeta sembolü olmuştur. Bu müessesenin en küçük birimi ise “erler”dir. Bu erin genel adı ise “Mehmetçik”tir. Mehmetçik, Muhammed’in askeridir. Tâ Bedir ve Uhud’dan buyana aktarılan “İlâ-yı Kelimetullah” sancağı, Malazgirt’le Anadolu’ya, Niğbolu ve Mohaç’la Balkanlara, Feth-i Mübîn ile İstanbul’a, Çaldıran ve Ridaniye ile İran ve Mısır’a, Çanakkale ve Sakarya ile Yunan’a ve nihayet Kıbrıs Barış Harekatı ile de Palikaryaya İslâm sancağı hep Mehmetçiğin eli ile dikilmiştir. Biliriz ki, bizim askerimiz, silahsız ve cephanesiz de olsa, düşmanın en modern silahlarına göğsünü siper ederek, vatanını ve namusunu, imanıyla korumasını bilmiştir. Öyle ki, o koruyuşuna, dünya bile hayran olmuştur. İşte, Çanakkale bunun örneklerinden biridir. Bin yıllık Türk ve İslâm yurdu olan Anadolu’da, Sahabe-i Kiramın ayak izlerinin bulunduğu topraklarda yaşayan, bu kararlı millet, vatanına, mukaddesatına ve bunun muhafızı askerine saygılıdır. Bu vazifesini de bizzat severek yapar. Askerliğini yapmak istemeyene iyi gözle bakılmaz. Askere giden geçlerimizin, şu sokaklardaki sevinç nidaları, sanki düğüne gidiyormuş gibi coşku ve sevinçleri gönüllerimize tesir etmiyor mu ? İşte bu değerler, dini ve milli kültürden yoksun kişiler tarafından hissedilemiyor. O değerler bize, dinimizden ve ecdadımızın bıraktığı kültür mirasından geliyor. Bayrağımız, vatanımız, tarihimiz, dinimiz ve gayemiz birdir. Aynı mekteplerde okuyor, aynı ocakta askerlik yapıyoruz. Aynı kültür ve sanatın mirasçılarıyız. Mutlu günlerimizde birlikte gülüyor. Felaketli günlerde birlikte ağlıyoruz. Aynı vatanın nimetlerini paylaşıyoruz. Vatan gemisi batsa da çıksa da içindeyiz. Ancak; dün atalarımız, Balkanlarda, Kafkaslarda, Çanakkale’de omuz omuza düşmanla çarpışırken, aramızda tefrika yoktu. Dün, Sakarya, Dumlupınar, ve Büyük taarruz esnasında gurup kavgası ve bölgecilik de yoktu. Bu sebeple; birbirimizi çok sevmeliyiz. Bu sevgimiz başkalarını rahatsız etse bile sevmeliyiz. Çünkü, birbirlerini sevemeyen toplumlar, başarısız ve mutsuz olurlar. İnsanlığın huzuru için sevgi, temel araçtır. Bizlere, üzerinde huzur ile yaşadığımız bir memleket ve kültür mirası bırakan ecdadımızı da sevmeliyiz. O ecdad ki, bakınız bizler için ne çilelere katlanmışlar. Çanakkale savaşının başladığı günlerde, yeni nişanlı Ahmet çavuş, cepheye gider. Nişanlısı Ayşe kız, yıllarca bekler, neticede şehit düştüğü haberi gelir. Ama Ayşe kızın dudaklarından dökülen mısraların derinliğini bu gün kaç tane genç kızımız kavrayabilir ? Bakın dinleyelim ; Dedi: Ahmet beni artık ahirette beklesin, Ben onunum, utanmasın beni Hakk’dan istesin, Kaderim bu, şehit olmuş benim şanlı yiğidim, Kız kalırım varmam ele, ben de canlı şehidim. Çanakkale savaşının bütün şiddetiyle devam ettiği günlerde, Anadolu’nun bir köyünde yine şöyle bir hadise vuku bulur. Biliyoruz ki, ecdadımızın hanımları bizim ninelerimiz, büyük annelerimizdir. O cefakar insanlar, o kara günlerde, çocuklarının yorganlarına mermi sarmak suretiyle cepheye koşmuşlar, evlatlarına vatanlarını tercih etmişlerdir. O büyük annelerimiz, cephedeki kocalarından hiçbir haber alamadan yıllarca iffet ve namuslarıyla beklemişlerdi. O günlerde, bir müslüman Türk anası, kundaktaki çocuğunu uyutmak için şöyle ninni söylüyordu ; Uyu yavrum, yine şimşekler çakıyor, Şehit baban gelmiş, bize bakıyor, Yarasından kızıl kanlar akıyor, O yarayı dur bağlayam ninni, Sen ağlama, ben ağlayam ninni, Hu.. hu.. hu.. Allah.. İyilikler ver Allah.. Sen iyilikler verirsen, Yavrum büyür inşallah. Dikkat edilirse bu anne, kundaktaki minik yavrusuna, şehitlikten bahsediyor. Vatan sevgisinden, baba hasretinden bahsediyor. Ninnisinin sonunda gerçek mesajı veriyor. Hu..hu..Allah.. diyerek, o küçük yavrunun kulağına Allah ismi celilini yerleştiriyor. Allah’ın ismi celali ile ruhunu ve beynini adeta temizliyor. Neticede, bu şanlı devlet, daha dün denecek kadar yakın bir tarih olan 18 Mart 1915 de, bugün dostumuz gibi görünen, o gün bu necip millete kan kusturmak isteyenlerin vatanımıza saldırıp, ecdadımızın gösterdiği emsalsiz kahramanlık neticesinde “Çanakkale geçilmez” dedirttiği bir savaş vardır ki, biz buna “ Çanakkale Savaşı ” diyoruz. En kötü günümüzde düşmanlarımızın ittifak yaparak üzerimize saldırdıkları bir savaştır. Çanakkale savaşı, iman ve cesaretin, her türlü maddi güce karşı koymasıdır. Seddül Bahir’de tahmin etmedikleri bir dirençle karşılaşmışlardır. Seyyit çavuşun 215 kiloluk top mermisini yalnız başına taşıyıp, namluya sürerek ateşlemesi ve bu merminin İngiliz donanmasına isabet etmesi savaşın kaderini değiştirmiştir. Bu savaşta o kadar dehşet ve yoğunluk yaşanmıştır ki, yerdeki şarapnel parçaları içinde, birbirine girift olmuş, kaynamış yüzlerce mermiye rastlanmıştır. Gökyüzü gibi geniş ve engin bir alanda uçuşan mermiler, kendilerine istikamet bulamayıp, karşı yönden gelen mermilerle çarpışarak, birbirlerine yapışık şekilde yere düşmüşlerdir. Böyle kesif mermi yağmuru, dünyanın hiçbir savaşında yaşanmamıştır. KINALI KUZULAR Yüzbinlerce Anne oğullarını karşılarına alarak önce bir buse kondurdular alınlarının ortasına ve sonra da yüreklerini koydular oğullarının alınlarına… evet analar yüreklerini kondurdular oğullarının alınlarına.. o alınlara bir düşman kurşunu gelirse önce ana yüreğine saplansın diye… Ve gönderirken analar oğullarını düşmanla savaşa.. kınaladılar saçlarını oğullarının. Bu ana kuzularından biri de Yozgatlı Hasan’dır..Annesi Hasanın saçlarını kınalayıp öyle uğurlamıştır askere..sonra da: haydi oğul köyüne ve nişanlına veda et, işini aşını terk et, böyle bir günde bir erkek silahtan başka bir şey tutmaz..Git evladım git. Yıllarca ben oğulsuz kalayım, şu yaralı bağrıma kara taşlar basayım, haydi oğlum haydi git, Ya gazi ol, ya şehit Hasanın kınalı başını gören komutanı hasanı yanına çağırır ve; ‘evladım bir erkek başını kınalar mı hiç’ diye sorar. Hasan kınanın sebebini bilemediğinden mahçup olur ve tıbbıyeden bir arkadaşını çağırarak annesine bir mektup yazdırır, mektubunda şöyle der Hasan: anacığım kardeşlerimi askere gönderirken başlarına kına yakma, zabit efendi bana sordu ben cevap veremedim, kardeşlerim de cevap veremeyip mahcup olmasınlar. Mektubu alan annesi cevabi bir mektup yazar oğlu hasana. Mektubunda şöyle der: Evladm, Gözümün nuru Hasanım, vatan alev alev yanarken biz köyümüzde rahat rahat oturalım mı? Sen ecdadından, babandan aşağı kalamazsın. Ben senin anan isem beni ve seni Allah yarattı, vatan büyüttü. Bu vatanın ekmeği iliklerinde duruyor. Zabit efendiye söyle: biz kurbanlık koçları kınalar öyle kurban ederiz. Sen dört kardeşin arasından kurbansın, İsmailimsin sen benim, sen Çanakkale’de şehit olacaksın inşallah. Kurbanlık koçlar nasıl kınalanırsa ben de seni öyle kınaladım. Allah seni peygamberin yolundan ayırmasın. Seni melekler şimdiden selamlıyor. Gözlerinden öperim..anan Hatice. Yozgatlı Hasan anasından gelen mektubu cebine koymuş ve şehit olmuştur. Arkadaşları cebinden mektubu bulmuşlar ve mektubun üzerine şu notu yazmıştı hasan: Anam yakmış kınayı aday diye, ben de vatan için kurban doğmuşum, anamdan allaha son bir hediye, komutanım ben İsmail doğmuşum. Evet Çanakkale Zaferi, anaların biricik evladını, şefkat ve muhabbetle bağrına basıp; Oğul, seni yetiştirdim, hizmet eyle vatana Ak sütümü helal etmem saldırmazsan düşmana diyerek cepheye uğurladığı; oğulun da anasının elini öperek; Hakkını helal et şefkatli ana Canım feda olsun kutsal vatana diyerek karşılık verdiği, cefâkâr analar ile yiğit ve kahraman Mehmetçiklerin destanıdır ŞEMSE NİNE Şemse nine Balikesir’de iki katlı evinin alt katında tek başına yaşar. . Şemse nine, 16 yaşında bir genç kızdır. Daha evliliğinin onuncu gününde seferberlik ilan edilmiş, eşi Mehmed’i cepheye çağrılmıştı. Mehmed, cepheye giderken, Şemse’nin ellerini tutmuş, gözlerinin içine bakarak, bir tembihte bulunmuştu: Şemse’m gençsin, güzelsin, senden ayrı iken gözüm hep arkada olacak. Ne olur söz ver bana! Ben gelinceye kadar sokağa çıkmayacak, namusumuza halel getirtmeyeceksin! Şemse nine ise; Söz Mehmed’im söz... Sen gelene kadar evden dışarı adımımı bile atmayacağım. Bana emanet bıraktığın yuvamızda oturup senin dönmeni bekleyeceğim... Vedalaşmanın sonunda Mehmed cephenin yolunu tutuyor, Şemse ninede söz verdiği gibi evine kapanıyordu. Çanakkale harbine giden eşinden pek çok mektuplar geliyor ama mehmedi hiç geri gelmiyordu.Şemse nine eşinin cepheden gönderdiği mektupları camının iç duvarlarına yapıştırmış ve her sabah onları yerinde okumaya çalışıyor hasret gideriyordu. Şemse nine, geçimini "yakmacılık" denilen bir usulle kendisine gelen çibanlı hastaları iyileştirerek sağlıyor, kendisini davet eden komşularına: Ben Mehmed’ime söz verdim. Ya ben yokken gelir de sözünü tutmadığımı görürse ona ne cevap veririm?" diyordu. Bir mühlet sonra Mehmed, şehit düşmüş, mektupları kesilmişti. Ama Şemse nine, evinin pencerelerine ve duvarlarına astığı mektupları her sabah namazından sonra yeni baştan okuyor, sonra da gelinliğini giyip, yüz görümlüğünü takarak, Mehmed’ini beklemeye devam ediyordu.Günler, aylar, yıllar geçmiş, şavaşlar bitmiş, dönenler dönmüş fakat Mehmed hala dönmemişti. Ama Şemse gelinliğini giyerek, evin icinde dolaşma adetini bir gün bile ara vermeden sürdürüyordu. Şemse, senelerce yol gözleye gözleye, ihtiyarlamış, nine olmuştu. Fakat, hiç bitmeyen bir ümitle hala Mehmed’ine kavuşacağı günü bekliyordu. Komşuları bir akşam üstü Şemse nine’yi gelinlik giymiş, gerdanlığını takmış, odanın bir köşesinde ellerini göğsüne koymuş, ayakta beklerken görmüşlerdi. Halbuki o, bu işi hep sabah namazından sonraları yapardı . Şaka yollu takıldılar: Nene hayrola!... Bugün pek süslüsün. Yoksa birini mi bekliyorsun? Şemse nine, gözlerini yerden ayırmadan cevap verdi: Ben bugün evlendim. Bakın kocamın yüz görümlüğünü de taktım. Kocamı, Mehmed’imi bekliyorum. Bu nasıl bir sevda, nasıl bir vefa, nasıl bir umuttu ki, aradan yıllar geçmesine rağmen kadıncağız hala kocasını bekliyordu. Komşuları, hiçbir şey söylemeden ıslak gözlerini silerek, Şemse Nene’yi o halde bırakıp, evinin önünden ayrıldılar. Ve ertesi gün, Şemse nine’yi, gelinliğinin içinde 86 yaşında ölmüş olarak buldular. Şemse nine’nin evinden cenazesi çıkmış, ama o kocasının sözünden çıkmamıştı. Belli ki, Mehmed’i gelmiş, bu vefalı kadını yanına alıp götürmüştü. Çanakkale Zaferi, tarihimizi taçlandıran olaylar arasında muhteşem bir yere sahiptir. Milletimizin tarih boyunca karşılaştığı en büyük ve en zorlu sınavlardan biridir. Müslüman varlığını yeryüzünden ebediyen silmeyi amaç edinen zihniyet, Çanakkale boğazından geçerek İstanbul'u ele geçirmek suretiyle ülkemizi parçalamak, milletimizi esir etmek amacıyla 1914 yılı Kasım ayında Osmanlı devletine savaş ilan etti. Bir yılı aşkın süre devam eden Çanakkale savaşları sonunda Milletimiz düşmanlara karşı tarihte emsaline az rastlanan büyük bir zafer kazanmış, vatan sevgisi ve iman gücünün maddi üstünlükten daha önemli olduğunu bütün dünyaya ispat etmiştir. MİLLETİMİZİN BEKÂSI, İŞTE BU RUHLA YETİŞMİŞ NESİLLERE SAHİP OLMAKLA MÜMKÜNDÜR. BUNUN İÇİN ÇOCUKLARIMIZA ÇANAKKALE DESTÂNINI VE ARDINDAKİ RUHU ANLATMALI AZİZ VATANIMIZIN VE YÜCE DEĞERLERİMİZİN KIYMETİNİ ÖĞRETMELİYİZ. BU VESİLEYLE AZİZ ŞEHİT VE GAZİLERİMİZİ RAHMET VE MİNNETLE ANIYORUZ.RUHLARI ŞAD OLSUN …. İNSANLIK DERSİ Çanakkale Savaşlar'ında savaşıp, bir kolu ile bir ayağını kaybeden Fransız Generali Bridges, yurduna döndükten sonra anlattığı bir savaş hatırasında şöyle diyor: "Fransızlar, Türkler gibi mert bir milletle savaştıkları için daima iftihar edebilirsiniz.Hiç unutmam.Savaş sahasında döğüş bitmişti.Yaralı ve ölülerin arasında dolaşıyorduk az evvel, Türk ve Fransız askerleri süngü süngüye gelip ağır zaliyat vermişlerdi.Bu sırada gördüğüm bir hadiseyi ömrüm boyunca unutamayacağım.Yerde bir Fransız askeri yatıyor, bir Türk askeride kendi gömleğini yırtmış onun yaralarını sarıyor, kanlarını temizliyordu.Tercüma n vasıtası ile şöyle bir konuşma yaptık: - Niçin öldürmek istediğin askere yardım ediyorsun? Mecalsiz haldeki Türk askeri şu karşılığı verdi: "Bu Fransız yaralanınca cebinden yaşlı bir kadın resmi çıkardı.Birşeyler söyledi, anlamadım ama herhalde annesi olacaktı.Benim ise kimsem yok.İstedim ki, o kurtulsun, anasının yanına dönsün". Bu asil ve alicenap duygu karşısında hüngür hüngür ağlamaya başladım.Bu sırada, emir subayım Türk askerinin yakasını açtı.O anda gördüğüm manzaradan yanaklarımdan sızan yaşlarımı dondurduğunu hissettim.Çünkü, Türk askerinin göğsünde bizim askerinkinden çok ağır bir süngü yarası vardı ve bu yaraya bir tutam ot tıkamıştı.Az sonra ikisi de öldüler..." ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE şu boğaz harbi nedir? var mı ki dünyâda eşi? en kesif orduların yükleniyor dördü beşi. -tepeden yol bularak geçmek için marmara’ya- kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya. ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı! nerde-gösterdiği vahşetle 'bu: bir avrupalı' dedirir-yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi, varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi! eski dünyâ, yeni dünyâ, bütün akvâm-ı beşer, kaynıyor kum gibi, mahşer mi, hakikat mahşer. yedi iklimi cihânın duruyor karşında, ostralya'yla beraber bakıyorsun: kanada! çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk: sâde bir hâdise var ortada: vahşetler denk. kimi hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ... hani, tâuna da züldür bu rezil istilâ! ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asil, ne kadar gözdesi mevcûd ise hakkıyle, sefil, kustu mehmedciğin aylarca durup karşısına; döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına. maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz... medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz. sonra mel'undaki tahribe müvekkel esbâb, öyle müdhiş ki: eder her biri bir mülkü harâb. öteden sâikalar parçalıyor âfâkı; beriden zelzeleler kaldırıyor a'mâkı; bomba şimşekleri beyninden inip her siperin; sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin. yerin altında cehennem gibi binlerce lağam, atılan her lağamın yaktığı: yüzlerce adam. ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer; o ne müdhiş tipidir: savrulur enkaaz-ı beşer... kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak, boşanır sırtlara vâdilere, sağnak sağnak. saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller, yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller. veriyor yangını, durmuş da açık sinelere, sürü halinde gezerken sayısız teyyâre. top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler... kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler! ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından; alınır kal'â mı göğsündeki kat kat iman? hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm? çünkü te'sis-i ilahi o metin istihkâm. sarılır, indirilir mevki-i müstahkemler, beşerin azmini tevkif edemez sun'-i beşer; bu göğüslerse hudâ'nın ebedi serhaddi; 'o benim sun'-i bedi'im, onu çiğnetme' dedi. asım'ın nesli...diyordum ya...nesilmiş gerçek: işte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmiyecek. şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar... o, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar, vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor, bir hilâl uğruna, yâ rab, ne güneşler batıyor! ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker! gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer. ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi... bedr'in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi. sana dar gelmiyecek makberi kimler kazsın? 'gömelim gel seni tarihe' desem, sığmazsın. herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb... seni ancak ebediyyetler eder istiâb. 'bu, taşındır' diyerek kâ'be'yi diksem başına; ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına; sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle, kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle; ebr-i nîsânı açık türbene çatsam da tavan, yedi kandilli süreyyâ'yı uzatsam oradan; sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına, uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına, türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem; gündüzün fecr ile âvizeni lebriz etsem; tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana... yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana. sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini, şarkın en sevgili sultânı salâhaddin'i, kılıç arslan gibi iclâline ettin hayran... sen ki, islam'ı kuşatmış, boğuyorken hüsran, o demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın; sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın; sen ki, a'sâra gömülsen taşacaksın...heyhât, sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât... ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber, sana âğûşunu açmış duruyor peygamber. MEHMET AKİF ERSOY Ahmet GÖRGÜLÜ Diyanet-Sen Mersin Şb BŞ MERSİN İrtibat Tel:0 532 702 03 20 diyanetsen33@hotmail.com//diyanetsen33gmail.com

ZAFERİN 101.YILINDA ÇANAKKALE ( 17 MART 2016 ) İnsanların yuvası fert olarak evleri, millet olarak vatanlarıdır. İnsanın vatansız yaşaması mümkün değildir. Mü’min vatanını seven, ona gönülden bağlı olan, gerektiğinde bu sevgi doğrultusunda vatanı için canını ve malını feda etmekten çekinmeyen insandır. Şaire göre vatan ; “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır, Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır.” Bizler vatan uğrunda kanlarıyla destanlar yazan şehit ve gazilerin evlatlarıyız. Mehmet Akif’in ifadesiyle ; “Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda, Şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda “ Mısralarında ifadesini bulan bir milletin fertleriyiz. Bu sebeple bizler, kışta-kıyamette, yağmurda-karda, hudut boylarında ve vatanın her köşesinde nöbet beklemeyi en şerefli bir görev sayarız. Bu konuda, Kainatın efendisi, sevgili peygamberimiz; “Allah rızası için bir gün nöbet beklemek, dünya ve dünyadakilerden hayırlıdır.” Bir başka hadislerinde ise;“İki göz vardır ki, onları cehennem ateşi yakmayacaktır. Biri Allah korkusundan dolayı ağlayan, diğeri de Allah rızası için gece nöbet bekleyen gözdür.” buyurmuşlardır. Bu hususta Al-i İmran Suresi'nin 169. "Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü zannetme! Bilakis onlar hayatta olup, Rablerinin katında yaşarlar, rızıklanırlar. ." buyrulmuştur. Sevgili Peygamberimiz de şehitlik mertebesinin yüceliğine işaret eden bir Hadis-i Şeriflerinde:"Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, Allah yolunda savaşıp öldürülmeyi, sonra diriltilip yine öldürülmeyi, sonra diriltilip yine öldürülmeyi ne kadar çok isterdim." Şehitlik öyle bir mertebedir ki; Ahiret gününde, cennete doğru götürülen şehit, geriye doğru bakar, Cenab-ı Hak, bu şehit kulum niçin arkasına bakmaktadır? diye meleklerine sorar. Şehit kul, melekler aracılığı ile şöyle der; “Benim annem babam ve sevdiğim insanlar cehenneme doğru götürülürken, ben nasıl cennete giderim. Onların hali beni üzüyor, Ya Rabbi ! ” deyince, Allah Teala ; Ey şehid kulum ! Git, onların içinden 70 kişiyi seç. Onları da beraberinde cennete götür. Ben her şehide 70 kişiye şefaat izni verdim.” buyuracaktır. İşte bütün bu değerleri çok iyi bilen ecdadımız, Bilecik’in Söğüt kazasında 1299 tarihinde, yaklaşık 3200 kilometrekarelik bir alanda, devletin temellerini atıyordu. Bu devlet Osmanlı idi. 1453’de imparatorluk oldu. 1571’e kadar 3 kıtanın sahibi. 20 milyon kilometrekareye yaklaşan vatan toprakları üzerinde 18 millet, 16 din, 63 mezhep ve 138 hükümdar ve prensliği idare etmişler. Nihayet bu koca imparatorluk da günün birinde gücünü yitirmeye, düşmanların oyununa gelip, erimeye başladı. Ama ne olursa olsun, hatalarıyla ve başarılarıyla o bizim ecdadımızın kurduğu, insanlık tarihine adını nakşettirdiği şanlı bir devlettir. Tarihte ; Fransa 17 yıl, İngiltere 128 yıl, ABD ve Rusya 40 yıl kadar dünya liderliğini ellerinde tutabilmişlerdir. Oysa, Osmanlı devleti 322 sene dünyanın hakim gücü olmuştur. Cemiyetlerin huzur ve rahat içersinde yaşayabilmesi, can ve mal emniyetinin sağlanması için, her milletin kurulmuş olan askeri ve emniyet gücü vardır. Biz bu kuruluşlarımıza ordu ve polis teşkilatımız diyoruz. Onlar, halkının huzuru için, kendilerini feda eden, canlarını tehlikeye atan cefakar ve fedakar insanlardır. Fakat, milletimizin askerlik anlayışı dünyada ki bütün milletlerden farklıdır. Bu fark manevi alanda kendini hissettirir. Çünkü biz, askerimize Mehmetçik demekle, yüce Peygamberimizi hatırlarız. O ocağa da, Peygamber ocağı deriz. Türkler “asker” millet olarak bilinirler. Askerlik, onun adeta sembolü olmuştur. Bu müessesenin en küçük birimi ise “erler”dir. Bu erin genel adı ise “Mehmetçik”tir. Mehmetçik, Muhammed’in askeridir. Tâ Bedir ve Uhud’dan buyana aktarılan “İlâ-yı Kelimetullah” sancağı, Malazgirt’le Anadolu’ya, Niğbolu ve Mohaç’la Balkanlara, Feth-i Mübîn ile İstanbul’a, Çaldıran ve Ridaniye ile İran ve Mısır’a, Çanakkale ve Sakarya ile Yunan’a ve nihayet Kıbrıs Barış Harekatı ile de Palikaryaya İslâm sancağı hep Mehmetçiğin eli ile dikilmiştir. Biliriz ki, bizim askerimiz, silahsız ve cephanesiz de olsa, düşmanın en modern silahlarına göğsünü siper ederek, vatanını ve namusunu, imanıyla korumasını bilmiştir. Öyle ki, o koruyuşuna, dünya bile hayran olmuştur. İşte, Çanakkale bunun örneklerinden biridir. Bin yıllık Türk ve İslâm yurdu olan Anadolu’da, Sahabe-i Kiramın ayak izlerinin bulunduğu topraklarda yaşayan, bu kararlı millet, vatanına, mukaddesatına ve bunun muhafızı askerine saygılıdır. Bu vazifesini de bizzat severek yapar. Askerliğini yapmak istemeyene iyi gözle bakılmaz. Askere giden geçlerimizin, şu sokaklardaki sevinç nidaları, sanki düğüne gidiyormuş gibi coşku ve sevinçleri gönüllerimize tesir etmiyor mu ? İşte bu değerler, dini ve milli kültürden yoksun kişiler tarafından hissedilemiyor. O değerler bize, dinimizden ve ecdadımızın bıraktığı kültür mirasından geliyor. Bayrağımız, vatanımız, tarihimiz, dinimiz ve gayemiz birdir. Aynı mekteplerde okuyor, aynı ocakta askerlik yapıyoruz. Aynı kültür ve sanatın mirasçılarıyız. Mutlu günlerimizde birlikte gülüyor. Felaketli günlerde birlikte ağlıyoruz. Aynı vatanın nimetlerini paylaşıyoruz. Vatan gemisi batsa da çıksa da içindeyiz. Ancak; dün atalarımız, Balkanlarda, Kafkaslarda, Çanakkale’de omuz omuza düşmanla çarpışırken, aramızda tefrika yoktu. Dün, Sakarya, Dumlupınar, ve Büyük taarruz esnasında gurup kavgası ve bölgecilik de yoktu. Bu sebeple; birbirimizi çok sevmeliyiz. Bu sevgimiz başkalarını rahatsız etse bile sevmeliyiz. Çünkü, birbirlerini sevemeyen toplumlar, başarısız ve mutsuz olurlar. İnsanlığın huzuru için sevgi, temel araçtır. Bizlere, üzerinde huzur ile yaşadığımız bir memleket ve kültür mirası bırakan ecdadımızı da sevmeliyiz. O ecdad ki, bakınız bizler için ne çilelere katlanmışlar. Çanakkale savaşının başladığı günlerde, yeni nişanlı Ahmet çavuş, cepheye gider. Nişanlısı Ayşe kız, yıllarca bekler, neticede şehit düştüğü haberi gelir. Ama Ayşe kızın dudaklarından dökülen mısraların derinliğini bu gün kaç tane genç kızımız kavrayabilir ? Bakın dinleyelim ; Dedi: Ahmet beni artık ahirette beklesin, Ben onunum, utanmasın beni Hakk’dan istesin, Kaderim bu, şehit olmuş benim şanlı yiğidim, Kız kalırım varmam ele, ben de canlı şehidim. Çanakkale savaşının bütün şiddetiyle devam ettiği günlerde, Anadolu’nun bir köyünde yine şöyle bir hadise vuku bulur. Biliyoruz ki, ecdadımızın hanımları bizim ninelerimiz, büyük annelerimizdir. O cefakar insanlar, o kara günlerde, çocuklarının yorganlarına mermi sarmak suretiyle cepheye koşmuşlar, evlatlarına vatanlarını tercih etmişlerdir. O büyük annelerimiz, cephedeki kocalarından hiçbir haber alamadan yıllarca iffet ve namuslarıyla beklemişlerdi. O günlerde, bir müslüman Türk anası, kundaktaki çocuğunu uyutmak için şöyle ninni söylüyordu ; Uyu yavrum, yine şimşekler çakıyor, Şehit baban gelmiş, bize bakıyor, Yarasından kızıl kanlar akıyor, O yarayı dur bağlayam ninni, Sen ağlama, ben ağlayam ninni, Hu.. hu.. hu.. Allah.. İyilikler ver Allah.. Sen iyilikler verirsen, Yavrum büyür inşallah. Dikkat edilirse bu anne, kundaktaki minik yavrusuna, şehitlikten bahsediyor. Vatan sevgisinden, baba hasretinden bahsediyor. Ninnisinin sonunda gerçek mesajı veriyor. Hu..hu..Allah.. diyerek, o küçük yavrunun kulağına Allah ismi celilini yerleştiriyor. Allah’ın ismi celali ile ruhunu ve beynini adeta temizliyor. Neticede, bu şanlı devlet, daha dün denecek kadar yakın bir tarih olan 18 Mart 1915 de, bugün dostumuz gibi görünen, o gün bu necip millete kan kusturmak isteyenlerin vatanımıza saldırıp, ecdadımızın gösterdiği emsalsiz kahramanlık neticesinde “Çanakkale geçilmez” dedirttiği bir savaş vardır ki, biz buna “ Çanakkale Savaşı ” diyoruz. En kötü günümüzde düşmanlarımızın ittifak yaparak üzerimize saldırdıkları bir savaştır. Çanakkale savaşı, iman ve cesaretin, her türlü maddi güce karşı koymasıdır. Seddül Bahir’de tahmin etmedikleri bir dirençle karşılaşmışlardır. Seyyit çavuşun 215 kiloluk top mermisini yalnız başına taşıyıp, namluya sürerek ateşlemesi ve bu merminin İngiliz donanmasına isabet etmesi savaşın kaderini değiştirmiştir. Bu savaşta o kadar dehşet ve yoğunluk yaşanmıştır ki, yerdeki şarapnel parçaları içinde, birbirine girift olmuş, kaynamış yüzlerce mermiye rastlanmıştır. Gökyüzü gibi geniş ve engin bir alanda uçuşan mermiler, kendilerine istikamet bulamayıp, karşı yönden gelen mermilerle çarpışarak, birbirlerine yapışık şekilde yere düşmüşlerdir. Böyle kesif mermi yağmuru, dünyanın hiçbir savaşında yaşanmamıştır. KINALI KUZULAR Yüzbinlerce Anne oğullarını karşılarına alarak önce bir buse kondurdular alınlarının ortasına ve sonra da yüreklerini koydular oğullarının alınlarına… evet analar yüreklerini kondurdular oğullarının alınlarına.. o alınlara bir düşman kurşunu gelirse önce ana yüreğine saplansın diye… Ve gönderirken analar oğullarını düşmanla savaşa.. kınaladılar saçlarını oğullarının. Bu ana kuzularından biri de Yozgatlı Hasan’dır..Annesi Hasanın saçlarını kınalayıp öyle uğurlamıştır askere..sonra da: haydi oğul köyüne ve nişanlına veda et, işini aşını terk et, böyle bir günde bir erkek silahtan başka bir şey tutmaz..Git evladım git. Yıllarca ben oğulsuz kalayım, şu yaralı bağrıma kara taşlar basayım, haydi oğlum haydi git, Ya gazi ol, ya şehit Hasanın kınalı başını gören komutanı hasanı yanına çağırır ve; ‘evladım bir erkek başını kınalar mı hiç’ diye sorar. Hasan kınanın sebebini bilemediğinden mahçup olur ve tıbbıyeden bir arkadaşını çağırarak annesine bir mektup yazdırır, mektubunda şöyle der Hasan: anacığım kardeşlerimi askere gönderirken başlarına kına yakma, zabit efendi bana sordu ben cevap veremedim, kardeşlerim de cevap veremeyip mahcup olmasınlar. Mektubu alan annesi cevabi bir mektup yazar oğlu hasana. Mektubunda şöyle der: Evladm, Gözümün nuru Hasanım, vatan alev alev yanarken biz köyümüzde rahat rahat oturalım mı? Sen ecdadından, babandan aşağı kalamazsın. Ben senin anan isem beni ve seni Allah yarattı, vatan büyüttü. Bu vatanın ekmeği iliklerinde duruyor. Zabit efendiye söyle: biz kurbanlık koçları kınalar öyle kurban ederiz. Sen dört kardeşin arasından kurbansın, İsmailimsin sen benim, sen Çanakkale’de şehit olacaksın inşallah. Kurbanlık koçlar nasıl kınalanırsa ben de seni öyle kınaladım. Allah seni peygamberin yolundan ayırmasın. Seni melekler şimdiden selamlıyor. Gözlerinden öperim..anan Hatice. Yozgatlı Hasan anasından gelen mektubu cebine koymuş ve şehit olmuştur. Arkadaşları cebinden mektubu bulmuşlar ve mektubun üzerine şu notu yazmıştı hasan: Anam yakmış kınayı aday diye, ben de vatan için kurban doğmuşum, anamdan allaha son bir hediye, komutanım ben İsmail doğmuşum. Evet Çanakkale Zaferi, anaların biricik evladını, şefkat ve muhabbetle bağrına basıp; Oğul, seni yetiştirdim, hizmet eyle vatana Ak sütümü helal etmem saldırmazsan düşmana diyerek cepheye uğurladığı; oğulun da anasının elini öperek; Hakkını helal et şefkatli ana Canım feda olsun kutsal vatana diyerek karşılık verdiği, cefâkâr analar ile yiğit ve kahraman Mehmetçiklerin destanıdır ŞEMSE NİNE Şemse nine Balikesir’de iki katlı evinin alt katında tek başına yaşar. . Şemse nine, 16 yaşında bir genç kızdır. Daha evliliğinin onuncu gününde seferberlik ilan edilmiş, eşi Mehmed’i cepheye çağrılmıştı. Mehmed, cepheye giderken, Şemse’nin ellerini tutmuş, gözlerinin içine bakarak, bir tembihte bulunmuştu: Şemse’m gençsin, güzelsin, senden ayrı iken gözüm hep arkada olacak. Ne olur söz ver bana! Ben gelinceye kadar sokağa çıkmayacak, namusumuza halel getirtmeyeceksin! Şemse nine ise; Söz Mehmed’im söz... Sen gelene kadar evden dışarı adımımı bile atmayacağım. Bana emanet bıraktığın yuvamızda oturup senin dönmeni bekleyeceğim... Vedalaşmanın sonunda Mehmed cephenin yolunu tutuyor, Şemse ninede söz verdiği gibi evine kapanıyordu. Çanakkale harbine giden eşinden pek çok mektuplar geliyor ama mehmedi hiç geri gelmiyordu.Şemse nine eşinin cepheden gönderdiği mektupları camının iç duvarlarına yapıştırmış ve her sabah onları yerinde okumaya çalışıyor hasret gideriyordu. Şemse nine, geçimini "yakmacılık" denilen bir usulle kendisine gelen çibanlı hastaları iyileştirerek sağlıyor, kendisini davet eden komşularına: Ben Mehmed’ime söz verdim. Ya ben yokken gelir de sözünü tutmadığımı görürse ona ne cevap veririm?" diyordu. Bir mühlet sonra Mehmed, şehit düşmüş, mektupları kesilmişti. Ama Şemse nine, evinin pencerelerine ve duvarlarına astığı mektupları her sabah namazından sonra yeni baştan okuyor, sonra da gelinliğini giyip, yüz görümlüğünü takarak, Mehmed’ini beklemeye devam ediyordu.Günler, aylar, yıllar geçmiş, şavaşlar bitmiş, dönenler dönmüş fakat Mehmed hala dönmemişti. Ama Şemse gelinliğini giyerek, evin icinde dolaşma adetini bir gün bile ara vermeden sürdürüyordu. Şemse, senelerce yol gözleye gözleye, ihtiyarlamış, nine olmuştu. Fakat, hiç bitmeyen bir ümitle hala Mehmed’ine kavuşacağı günü bekliyordu. Komşuları bir akşam üstü Şemse nine’yi gelinlik giymiş, gerdanlığını takmış, odanın bir köşesinde ellerini göğsüne koymuş, ayakta beklerken görmüşlerdi. Halbuki o, bu işi hep sabah namazından sonraları yapardı . Şaka yollu takıldılar: Nene hayrola!... Bugün pek süslüsün. Yoksa birini mi bekliyorsun? Şemse nine, gözlerini yerden ayırmadan cevap verdi: Ben bugün evlendim. Bakın kocamın yüz görümlüğünü de taktım. Kocamı, Mehmed’imi bekliyorum. Bu nasıl bir sevda, nasıl bir vefa, nasıl bir umuttu ki, aradan yıllar geçmesine rağmen kadıncağız hala kocasını bekliyordu. Komşuları, hiçbir şey söylemeden ıslak gözlerini silerek, Şemse Nene’yi o halde bırakıp, evinin önünden ayrıldılar. Ve ertesi gün, Şemse nine’yi, gelinliğinin içinde 86 yaşında ölmüş olarak buldular. Şemse nine’nin evinden cenazesi çıkmış, ama o kocasının sözünden çıkmamıştı. Belli ki, Mehmed’i gelmiş, bu vefalı kadını yanına alıp götürmüştü. Çanakkale Zaferi, tarihimizi taçlandıran olaylar arasında muhteşem bir yere sahiptir. Milletimizin tarih boyunca karşılaştığı en büyük ve en zorlu sınavlardan biridir. Müslüman varlığını yeryüzünden ebediyen silmeyi amaç edinen zihniyet, Çanakkale boğazından geçerek İstanbul'u ele geçirmek suretiyle ülkemizi parçalamak, milletimizi esir etmek amacıyla 1914 yılı Kasım ayında Osmanlı devletine savaş ilan etti. Bir yılı aşkın süre devam eden Çanakkale savaşları sonunda Milletimiz düşmanlara karşı tarihte emsaline az rastlanan büyük bir zafer kazanmış, vatan sevgisi ve iman gücünün maddi üstünlükten daha önemli olduğunu bütün dünyaya ispat etmiştir. MİLLETİMİZİN BEKÂSI, İŞTE BU RUHLA YETİŞMİŞ NESİLLERE SAHİP OLMAKLA MÜMKÜNDÜR. BUNUN İÇİN ÇOCUKLARIMIZA ÇANAKKALE DESTÂNINI VE ARDINDAKİ RUHU ANLATMALI AZİZ VATANIMIZIN VE YÜCE DEĞERLERİMİZİN KIYMETİNİ ÖĞRETMELİYİZ. BU VESİLEYLE AZİZ ŞEHİT VE GAZİLERİMİZİ RAHMET VE MİNNETLE ANIYORUZ.RUHLARI ŞAD OLSUN …. İNSANLIK DERSİ Çanakkale Savaşlar'ında savaşıp, bir kolu ile bir ayağını kaybeden Fransız Generali Bridges, yurduna döndükten sonra anlattığı bir savaş hatırasında şöyle diyor: "Fransızlar, Türkler gibi mert bir milletle savaştıkları için daima iftihar edebilirsiniz.Hiç unutmam.Savaş sahasında döğüş bitmişti.Yaralı ve ölülerin arasında dolaşıyorduk az evvel, Türk ve Fransız askerleri süngü süngüye gelip ağır zaliyat vermişlerdi.Bu sırada gördüğüm bir hadiseyi ömrüm boyunca unutamayacağım.Yerde bir Fransız askeri yatıyor, bir Türk askeride kendi gömleğini yırtmış onun yaralarını sarıyor, kanlarını temizliyordu.Tercüma n vasıtası ile şöyle bir konuşma yaptık: - Niçin öldürmek istediğin askere yardım ediyorsun? Mecalsiz haldeki Türk askeri şu karşılığı verdi: "Bu Fransız yaralanınca cebinden yaşlı bir kadın resmi çıkardı.Birşeyler söyledi, anlamadım ama herhalde annesi olacaktı.Benim ise kimsem yok.İstedim ki, o kurtulsun, anasının yanına dönsün". Bu asil ve alicenap duygu karşısında hüngür hüngür ağlamaya başladım.Bu sırada, emir subayım Türk askerinin yakasını açtı.O anda gördüğüm manzaradan yanaklarımdan sızan yaşlarımı dondurduğunu hissettim.Çünkü, Türk askerinin göğsünde bizim askerinkinden çok ağır bir süngü yarası vardı ve bu yaraya bir tutam ot tıkamıştı.Az sonra ikisi de öldüler..." ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE şu boğaz harbi nedir? var mı ki dünyâda eşi? en kesif orduların yükleniyor dördü beşi. -tepeden yol bularak geçmek için marmara’ya- kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya. ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı! nerde-gösterdiği vahşetle 'bu: bir avrupalı' dedirir-yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi, varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi! eski dünyâ, yeni dünyâ, bütün akvâm-ı beşer, kaynıyor kum gibi, mahşer mi, hakikat mahşer. yedi iklimi cihânın duruyor karşında, ostralya'yla beraber bakıyorsun: kanada! çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk: sâde bir hâdise var ortada: vahşetler denk. kimi hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ... hani, tâuna da züldür bu rezil istilâ! ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asil, ne kadar gözdesi mevcûd ise hakkıyle, sefil, kustu mehmedciğin aylarca durup karşısına; döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına. maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz... medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz. sonra mel'undaki tahribe müvekkel esbâb, öyle müdhiş ki: eder her biri bir mülkü harâb. öteden sâikalar parçalıyor âfâkı; beriden zelzeleler kaldırıyor a'mâkı; bomba şimşekleri beyninden inip her siperin; sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin. yerin altında cehennem gibi binlerce lağam, atılan her lağamın yaktığı: yüzlerce adam. ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer; o ne müdhiş tipidir: savrulur enkaaz-ı beşer... kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak, boşanır sırtlara vâdilere, sağnak sağnak. saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller, yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller. veriyor yangını, durmuş da açık sinelere, sürü halinde gezerken sayısız teyyâre. top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler... kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler! ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından; alınır kal'â mı göğsündeki kat kat iman? hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm? çünkü te'sis-i ilahi o metin istihkâm. sarılır, indirilir mevki-i müstahkemler, beşerin azmini tevkif edemez sun'-i beşer; bu göğüslerse hudâ'nın ebedi serhaddi; 'o benim sun'-i bedi'im, onu çiğnetme' dedi. asım'ın nesli...diyordum ya...nesilmiş gerçek: işte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmiyecek. şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar... o, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar, vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor, bir hilâl uğruna, yâ rab, ne güneşler batıyor! ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker! gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer. ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi... bedr'in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi. sana dar gelmiyecek makberi kimler kazsın? 'gömelim gel seni tarihe' desem, sığmazsın. herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb... seni ancak ebediyyetler eder istiâb. 'bu, taşındır' diyerek kâ'be'yi diksem başına; ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına; sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle, kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle; ebr-i nîsânı açık türbene çatsam da tavan, yedi kandilli süreyyâ'yı uzatsam oradan; sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına, uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına, türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem; gündüzün fecr ile âvizeni lebriz etsem; tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana... yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana. sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini, şarkın en sevgili sultânı salâhaddin'i, kılıç arslan gibi iclâline ettin hayran... sen ki, islam'ı kuşatmış, boğuyorken hüsran, o demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın; sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın; sen ki, a'sâra gömülsen taşacaksın...heyhât, sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât... ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber, sana âğûşunu açmış duruyor peygamber. MEHMET AKİF ERSOY Ahmet GÖRGÜLÜ Diyanet-Sen Mersin Şb BŞ MERSİN İrtibat Tel:0 532 702 03 20 diyanetsen33@hotmail.com//diyanetsen33gmail.com
Bu haberi 811 kişi görüntüledi.




TümüDİĞER BAŞLIKLAR